Cuma, Ekim 14, 2011

Pencereler farklı olunca...


Koltuğumda başımı çevirip penceremden dışarıya baktım… Yağmur, yine iyice şiddetlenmişti… Sokak lambası, görünmemek için gizlenen fırtınayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu… Duygularım da tıpkı yağmur gibi çok şiddetliydi son birkaç gündür…

“Neredennn nereyeee!” dedim…

Çoğu kişinin hiç bilmediği, öğrenince çok şaşıracağı ne de çok şey yaşamıştım son 1 yıl içinde…

Şimdi her şey rüyaymış gibi geliyor…

Pencerelerin artık bendeki yeri çok farklı olacak sanırım…

Emin olduğum tek şey ise; içimde, beynimde kalıveren ve beni içten içe kemiren bu sızının hiç ama hiç geçmeyeceği, dinmeyeceği…

Üzgünüm…

Kediniz seyahat sırasında durmadan miyavlıyorsa…(KESİN ÇÖZÜM!!!:p[çok şaşıracaksınız…])


“Kedi ve Seyahat” başlığı altında yer alan her yazı, biz “kediş sahipleri” için hep bir umut kaynağı olmuştur. Bir solukta okuyup çok sevdiğimiz yaratıklarımızın arabayla yaptığımız yolculuklar sırasında durmaksızın yorulmadan miyavlamalarını engelleyecek bir çözüm bulmaya çalışırız. Ve genellikle verilen tavsiye aynıdır: Sakinleştirici ilaçlar… Ama maalesef bu ilaçlar, hiçbir işe yaramadığı gibi kediciklerimiz için zararlıdır aynı zamanda… Sonuç olarak, hem bizim hem de onlar için zaten yorucu olan yolculukların iyice kâbusa dönüşmesine engel olamayız, bir  çözüm bulamayız…

İşte biz de, bu mecburi yolculuklarla(/da) cebelleşirken tesadüfen(gerçekten tamamen tesadüf!) kesin çözümün kollarına düşüverdik:P

Veee işte o hepimizi kurtaracak olan o mucizevi yöntem:
Öncelikle arabanızı tıkış fıkış doldurun:))İşin gırgırı falan bir yana, ufak çaplı bir taşınma yaşadığımız için arabamızın her tarafı doluydu, ayaklarımızın altı bile… Pasha(kedim)’yı da kutusuyla birlikte arka koltuklarda annemle aramıza koyduk. Önce altında, içinde perdelerin olduğu büyük torba ve battaniye vardı. Her zamanki gibi arabaya bindiğinden itibaren miyavlamaya başladı. Üstüne üstlük nefes alamıyor gibi ara ara ağzını açmaya başlamıştı. Tam bir panik içinde sağa sola çevirip durduk ama tabii işe yaramayınca arabayı durdurduk, Pasha’yı dışarıya çıkardık. 5-10 dk. kendine geldikten sonra tekrar bindik ama bu arada altındaki torbalar kaymıştı, onları apar topar düzeltip yine Pasha’yı üzerine yerleştirdik. Ancak bu kez de pozisyonu arkaya eğilimli olmuştu :))Yani kutusunun önü yüksekte, arkası aşağıda kalmıştı… “Sonra düzeltiriz” dedik ve yine yola koyulduk.  5 dakika geçti, 10 dk geçti, yarım saat geçti… Pasha’dan hiiiiiiiiiç ses yok:))) Eğilip bakıyoruz, noldu diye; o, gayet keyifli, öndeki camdan yolu izliyor, uyuyor vs… :)))

İşin sırrını, eğilimli durmasının midesine iyi gelmesine bağlayarak (başka bir anlam veremedik!) o mutlu huzurlu bizse şok ola ola geldik:)

Sonuç olarak, siz de kesinlikle bir deneyin derimmmm;) [sonrasını bana da yazarsanız sevinirimmmmm]…

Perşembe, Eylül 15, 2011

Fikrim değişti...

Genellikle değişiklik göstermeyen ve hatta bazen bu konuda beni eleştirilere de maruz bırakan (sabit) fikrim, bu kez değişiverdi...

Konu ise baya klasik: "Gitmek mi zor, kalmak mı?"

Şimdiye kadar "Gitmek niye zor olsun ki? Çok da güzel olabilir, hem 'yeni' olan hep daha iyidir!" diye düşnüyordum.

Ama şimdi...

Bu kez güzel değil... Hiç değil...

Hiç ama hiç güzel olmayacak...

Neden mi?

Cevabı, belki daha sonra...

Perşembe, Ağustos 18, 2011

Şu sıralar...

Yine yazamayış zamanlarım geldi galiba... Tam, belirli bir nedenim yok aslında... Belki de yazma yeteneğimi yitirmişimdir artık :P

Öyle çok düşünüyorum ki... Düşündüklerim de hep iç acıtıcı şeyler... Ama maalesef ki çoğu da gerçek...

Bu gerçeklerle yaşamak öylesine ağır geliyor ki...

Ve ben de öylesine yorgunum ki...

Salı, Temmuz 12, 2011

Boşşşş...

Şu ara kendimi, Pasha'cıııığııııım(kedim)la hiç oyunn oynamadığımız günün gecesinde "zaten azıcık ömrü var, bugünü de boşa geçti" diye düşünürken buluyorum sık sık... Bu düşünce bende içimi acıtan garip bir duygu uyandırıyor... Ağlatacak cinsten hem de...

Sonra kendi hayatımı düşünüyorum, sonra aileminkini, sonra başkalarını... Kimsenin ne kadar ömrü olduğu belli değil tabii ama...

İçim daralıyor...
Boş...
"Boşuna" kelimesinin verdiği o garip his...
Hele ki boşuna yaşıyor olduğunu düşünmek...
Herşey çok zor...

Cumartesi, Temmuz 02, 2011

Tam da bu renkti Superonline'ın kırmızısı...

Biliyorsunuz (ya da bilmiyorsunuzdur) Superonline.com portal içeriği 1 Temmuz itibariyle iş planları çerçevesinde kapandı.

Hüzünlü bir veda oldu bu... Sadece, sitenin editörü olduğum için ve de 1 aydır, yok olacağını bildiğim bir siteye aynı tempoda haber girmenin verdiği garip burukluk yüzünden değil bu hüzün...

Vedalara, sonlara hiç katlanamadığımı defalarca yazmışımdır bloguma da... Çalışma arkadaşlarımla yaptığımız "son konuşma" da(ki aslında son olmayacağını hepimiz biliyoruz) iyice duygulandırdı beni...

Ama asıl bu denli hüzünlenmeme sebep olan şey ise "Superonline"ın bendeki yeridir belki... Çocukluğumda internetle tanışmam "Superonline" ile oldu... Söyledikleri gibi "İnternet=Superonline"dı yani benim için... Uzun yıllar da öyle devam etti... Sonra ise ilginç bir tesadüfle iş hayatıma yine "Superonline" ile başladım... Ve hala da devam ediyorum... Superonline'da... Turkcell Superonline'da...

Tek fark, artık daha az kırmızı, daha çok maviyiz :P

Şimdi ise hüzünle karışık departman değiştirmenin verdiği belirsizliğinin stresi var...

Ama yine de Superonline'dayım:P (reklam gibi oldu yazı da:p)

Salı, Haziran 28, 2011

'Ölüm' ne kadar acı, ne kadar uzak ama ne kadar da yakın...

Hayatımdaki ölümler şimdiye kadar hep ani olmuştu... Bunun daha çok acı verdiğini düşünürdüm... Yaşattığı şokun acıyı arttırdığını sanardım... Ama şuan bundan emin değilim...

Ölmeyi hiç yakıştıramadığımız birisi(ki önemli bir aile ferdi)nin kansere yakalandığını duymuştuk bir süre önce... Sır gibi birşeydi, fısıltı halinde konuşulan... İnanmamıştık; şakadır, üzmek için yapmıştır vs. dedik. Hep bizimle yaşayacağını düşünmüştük belki de... Ama gerçekmiş!

Kemoterapi olsa ömrü 5 yıl daha uzarmış ama istemiyormuş... Çok üzülüyorum, hep aklıma geliyor, içim sızlıyor... Paylaştıklarımızı, anılarımızı, yaşadıklarını, yaşayamadıklarını, hayallerini düşünüyorum... Ölümden daha acı bir şey yok sanırım... Öylesine yok olmak çok acı!

Duygularımı tam olarak ifade edemiyorum... Üzüntümü bile belli edemiyorum zaten bugünlerde... Yine içimden ağlıyorum... Ve garip bir şekilde suçluluk duygusu hissediyorum; hayallerine kavuşmasına yardımcı olamadım diye belki de...

İlk defa yaşayacağım bu acı bekleyiş çok yıpratıcı...

Belki de ben ondan önce veda edeceğim bu hayata, kim bilebilir ki...

Ne olursa olsun, 'ölüm, ölmek, yok olmak, kaybetmek' bana çok koyuyor... Düşüncesi bile...

Sevdiklerimi her an kaybedebileceğim korkusuyla yaşıyorum...

Ve aslında tam da bu yüzden yaşayamıyorum belki de hayatı...

Çarşamba, Haziran 15, 2011

"Var" mı yoksa "Vardı" mı?

Eskiden, eskiden derken okul dönemlerinde, etrafım çok kalabalıktı... Beraber gülmek, eğlenmek, vakit geçirmek, konuşmak, dertleşmek, ağlaşmak vs isteyenlerim çoktu. -di'li zaman kullandığıma da bakmayın, hiçbir arkadaşımla bağımı koparmamışımdır, ilkokul arkadaşlarımla bile... Yani sanırım 1-2 senedir (ya da daha fazladır ama ben bu durumu yeni farkediyorum) bir sessizlik hakim çoğuyla aramızda... Gerçi benim de hiçbir teşebbüsüm olmuyor bu konuda...

Geçenlerde bunları düşünürken şunu hissettiğimi farkettim: İçimde hepsini görüyorum, onları temsil eden birer kartondan resimler sanki... Dokunsam arkaya düşüp yok olacaklarmış gibi... Aslında uzandığımda orada olmadıkları ihtimaliyle karşı karşıya kalmamak için hiç kıpırdamadan uzaktan izliyorum onları... Özlüyorum... Rüyalarımda kavuşabiliyoruz sadece... Bununla yetiniyorum ya da yetinmiş gibi yapıyorum...

Dün de annem bir çocuktan bahsediyordu, "Sen nereden anlayacaksın ki onu. Yazık, hiç arkadaşı yok, çok yalnızz" dedi... "Sanki ben çok kalabalığım da" diye çıkışıverince de "Şimdi sen işlerine daldın da ondan yoksa istediğin zaman hepsiyle yine konuşabilir, görüşebilirsin" dedi...

"Gerçekten öyle mi?" diye düşündüm... Gerçekten o kadar çok arkadaşım var mı hala?

Beni yine çok, çok çok seviyorlar mı?

Cevapları bilemiyorum...

Bilmekten çok korkuyorum...

Cumartesi, Haziran 04, 2011

Bilen var mııııııııı?

Bugünlerde meditasyon, çakraları açma vs konularına takmış durumdayım... Zaten inandığım, onayladığım tekniklerdi ama artık ciddi bir şekilde ilgilenmek istiyorum. Mesela çakralarımı açmak istiyorummm:P ama nasıllll?

Yani "Ciddi olarak bu işle ilgilenen, düzenli olarak deneyimleyen birileri var mııııı?" desem cevap gelir mi kiiii?!?

Çarşamba, Haziran 01, 2011

Yine fazlaca susuyorum...

Bu ara gerçekten fazlaca sustuğumu farkettim...

Hem ruhen hem fiziken o kadar yoğunum ki şu sıralar... Hayatımın dönüm noktalarından birkaçını yaşıyorum resmen...

Bu karışıklıkta kendimi dinleme fırsatı bulduğum ilk an ne kadar kırılmış olduğumu farkettim... Hem de tanıdığım herkese neredeyse...

Farkettiğim başka şeyler de oldu tabii... Bazı gerçekleri nasıl görmezden geldiğime inanamadım...

Sustukça kırgınlığım daha çok artıyor sanki...

Herkesle ilgili içimi boşaltabileceğim bir yer olsun istiyorum... Buraya yazıp 6 ay sonraki bir tarihte yayınlansın diye ayarlamayı düşünüyorum... Eğer ciddi uzunluklara ulaşırsa yazdıklarım bir kitap bile çıkarabilirim belkiii :P

Bakalım...

Pazartesi, Mayıs 16, 2011

Koşu bandında gibiyim...

Önce tempoya yetişmekte zorlanıyordum...
Sonra alıştım...
Hiç durmaksızın koşuyorum...
Sonum nedir, ne zamandır, nasıl ulaşabilirim bilmiyorum...
Bant altımdan akıp gidiyor...
Yorulunca bir bacağımı bir süre akışa bırakıyorum...
Tam düşecekken yeniden devam etmeye başlıyorum...
Mecburum, mecburmuşum...
Sağımda, solumda hayat devam ediyor...
Gözüm takılıyor arada...
İnsanlar, arkadaşlar, ailem, olaylar, durumlar...
Bakıyorum öylece...
Herşey, hepsi kendi halinde, derdince...
Bensizler, çok ama çok bensizler...
Farkındalar ya da değiller...
Tam dalıp gidecekken tökezleyip kendime geliyorum yine...
Yola devam, kendi yoluma, ıssız ve sessiz yoluma...
Birşeylere yetişmem lazım, birilerine...
Öyle, öyleymiş...
Çok uzaklarmış...
Uzaklıklarına fazla takılmadan devam ediyorum...
Öyle sanıyorum aslında...
Aslında fazla takılıyorum...
Fazla düşünüyorum...
Fazla istiyorum...
Fazla seviyorum...
Bu "fazla"lık beni daha çok uzaklaştırıyor...
"Çok isteyince olur" fısıltıları geliyor kulağıma...
"Çok" ile "fazla"nın aynı şey olmadığını farkediyorum bir anda...
Bu "çok"un ölçüsü nedir diye düşünürken başım yana çevriliyor...
Ben yapmıyorum, kendiliğinden...
Gözümün bile sonradan haberi oluyor...
Beynim bana pek mahçup bir edayla gördüğü kareyi yorumluyor...
"Geç kaldın!!!"
Neye?
"Yetişmek istediğine..."
Cevabın içime işlediğini hissediyorum...
Kilitleyemiyorum artık dizlerimi...
Devam edecek gücüm çalınmış...
Artık pes etmeye hazırlıyorum kendimi...
Zaten akışa ayak uydurmam için artık çok geç...
Kayıyorum, yaklaşıyorum uca, sona...
Birden yine bir ses çınlıyor içimde...
"Peki ya diğer istediklerin?"
Kendiliğinden dikiliveriyorum ayağa yine...
İstediğimden değil, yenilgiyi hiç kabul edemeyişimden...
Devam ediyorum...
Ama bu kez bilinçsiz, isteksiz, şevksiz...
Açmadan gözyaşımdan yanan gözlerimi...
Görmeden, duymadan ilerliyorum sadece...
Ya da onu bile öyle sanıyorum...
Yerimde sayıyorum...
İçimde...

Pazartesi, Nisan 04, 2011

Herşey böyle boşken nasıl yaşar insan?!

Anlamsız günler devam ediyor... 1,5 aya yaklaşıyor yazmayalı... Hep yazıyım diyorum ama içimden gelmiyor, oysa içim dolup dolup taşıyor... Çok mutsuz gibiyim ve bunu da daha öncekilerin aksine çok net belli ediyorum çünkü sanırım bir çare arıyorum ama yok...

Üstümde baya ağır bir yük var gibi... Gittikçe beni aşağı çekiyor... Yok olmak istiyorum artık ama diğer yandan yok oluş şekilleri beni korkutuyor...

Tüm bunlar olurken yani bu ruh halindeyken; çok sevdiğim bir kişinin(öz amcam gibi sevdiğim) aniden vefat etmesi ve elimde sadece 1 ay önce çekilmiş mesajlaşmamızın o an farkedemediğim anlamlarının kalması, diğer taraftan yine çok sevdiğim bir başka kişi tarafından uğradığım derin hayal kırıklığı, bir de tüm bunların üstüne kedilerimin kaybolması, sınavlarıma girememem, insanların garip davranışları iyice dibe, en dibe çekti beni...

Hepsini belki bir gün detaylarıyla anlatırım ama şu an, içinde bulunduğum ruh halini şu kısacık yazıyla özetleyebilmiş olmam bile benim için büyük birşey ;)

Pazar, Şubat 27, 2011

Sonuç...

Şubat üzücü başladı ve onun gölgesinde öyle devam etti... Durağan, sıkıcı...

Son haftası ise pek yıkıcı oldu...

İçimden hiçbirşey yazmak ve anlatmak gelmiyor...Yapmam gerekenleri bile yapmadığım, içimdenn yapmak gelmediği bir dönem...

Artık burada da susmaya devam edeceğim galiba...

!?!

Çarşamba, Şubat 09, 2011

Huzurlu huzursuzluk...

Bugün içim biraz tuhaf... Pek depresif de değilim. Mutlu gibiyim ama o da değil... Herşey normal, kötü değil ama içim kıpır kıpır... Huzursuz bir kıpırtı bu... Rahatsız edici... Gittikçe mutsuz edecek gibi beni... Korkuyorum...

Bu arada; okuduğum andan itibaren etkisinden kurtulamadığım, ağladığım, başkalarına okutup onların da hayran kalmasına vesile olduğum, anlatım şekline bayıldığım, paylaştığı o dostluğa imrendiğim, acısını içimde hissettiğim, kendisine ve Defne'ye olan sevgimi bir kat daha arttıran Yunus Günce'nin o içten(belki okuduğum en içten duygularla yazılmış yazıydı) yazısını sizin de okumanızı çok isterim... Basit, normal, olağan gibi görünen günlük hayattaki davranışlarımız, sözlere öyle güzel anlamlar yükleyerek anlatmış ki... Hayran kalacaksınız...

Cenazedeki ağlayışı da gözümün önünden gitmiyor... Başı sağolsun... Allah sabır versin ona... Bize de onlar gibi birer dosttt... Amin!

Not: Diğer yazılarını da okuyun...

Pazar, Şubat 06, 2011

Vazgeçiyorum!

Ağlamaya doyamadığım günlerdeyim... Herşey fazlasıyla zor ve anlamsız geliyor... Gerçekten anlamsız yani...

"Nereye kadar?", "Ya sonra?" favori sorularım şu sıralar... Cevap bulamayışım beni daha da dibe çekiyor...

Ölmek isteyenler sıradayken neden başkaları ölür ki diye densiz isyanlarım ve hemen ardından ölümden korkuşlarım var... Bünye tam bir çelişke içinde can çekişiyor resmen... Yorgunluk hissi veren bir duyguyla eziliyorum...

Evet, Defne'nin ölümü depresyonuma tuz biber ekti. Biliyorum, onun gibi nice insanlar ölüyor hergün. Ama hem sürekli onunla ilgili haberler yaptığım ve yazılar okuduğum için hem de onu çok sevdiğim için hiç aklımdan çıkmıyor... Yarışmadaki o veda konuşması, koca yürekli sevgi dolu eşinin, acıdan yıkılan annesinin halleri, güzeller güzeli oğlunun annesiz kalışı, annesinin başının altına oğluşunun oyuncağının koyuluşu gözümün önüne her geldiğinde ağlamaktan kendimi alıkoyamıyorum... Resimlerine
 bakıp bakıp üzülüyorum; ölürken neler düşündüğünü, acı çekerek öldüğünü aklıma getirip içimin daha da sızlamasına neden oluyorum...

Bu sırada insanların nasıl acımasız olduğuna tanıklık olup hayattan daha da soğuyorum.

Cenazede İnci Türkay ne de güzel söyledi, özetledi: "Artık rahatsız etmeyelim, huzur verelim!" diye...

Her konuda bilmişlik taslayıp insanların hayatları hakkında her türlü konuşma hakkını bulmayalım kendimizde artık...

Cuma, Şubat 04, 2011

Hayat gerçekten 'yaşanılası' mı?

Hayatın ta kendisini sorgulayıp işin içinden çıkamazken dün sabah beni daha da çökertecek haberle açtım gözümü... Annem, TVde altyazıyı okuduktan birkaç saniye sonra göz göze geldik. Onun da yüzünde tıpkı benimki gibi salaklaşmış bir ifade vardı. O okuduğunu, bense duyduğumu bir türlü algılayamıyorduk. Tekrar okudu: "Defne Joy Foster evinde ölü bulundu...". Bu cümledeki kelimeler birbirleriyle uyuşmuyor, yakışmıyordu. Evet, herkesin söylediği gibi ölüm Defne'ye yakışmıyordu, yakışmadı. Ölüm kime yakışırdı ki gerçi?!

İçimde "Yalandır belki" şeklindeki çocuksu bir hayal ve bir o kadar da bunun gerçek olduğunun bilinciyle nete girdim. İşim gereği de sayısız haber okuyup onları tek tek girerken bu acı gerçek içime içime işledi. Ve sonunda hıçkırıklara boğuldum, yine de tam dökebilmiş değilim içimdekileri. Tanımadığım bir kişinin ölümü beni nasıl böylesine sarsabiliyor bilemiyorum ama genelde böyle oluyor bende... Yarışma olmasaydı, zaten onu göremeyecektim belki, ölmeseydi bile ama sevdiğim bir kişinin hayatına devam ettiğini ve onu birgün yine görebileceğimi bilmek bile bana yetiyor sanırım.

"Çat Kapı" programını sunarken her pazar onu bekleyişimi hatırladım. Hep sevdiğim bir kişi oldu. Her gördüğümde yüzüme gülücük kondurdu hep. Uçuk kaçık halleriyle çok yakın hissettirdi bize kendini. Yüksel Altuğ ne güzel ifade etmiş Defne'nin hayatımızdaki yerini:

"Daha dünkü yazımın mürekkebi kurumadı. Şöyle yazmıştım: "Acun yarışmanın ikincisini yapmayı düşünüyorsa, Defne'yi mutlaka sunucu olarak kullanmalı..." Neden öyle yazdığımı bilmiyorum. Defne yarışmanın en eğlenceli tarafı olduğu için mi, ekran yüzünü pek sevdiğimden mi, onsuz yarışmayı eksik bulacağımdan mı?.. Ama şimdi anlıyorum ki, Defne, aslında bize hayatın 'yaşanılası' tarafını gösteriyordu."

Yarışmada elendiği gün ne de güzel veda etmiş bizlere... Meğer gerçek bir vedaymış, içten ve samimi... O sahneyi her gördüğümde ağlayacağım sanırım... Biz birgün susacağız ve hayatımıza devam edeceğiz ama ya minicik oğlu? ya annesi? ya eşi, arkadaşları.... Her birini düşünüp ayrı ayrı üzülüyorum, resmen içim acıyor... Sır gibi bir ölüm... Aslında kızıyorum da ona nasıl kendine dikkat etmez diye... O şirin mi şirin 'Can'ını nasıl annesiz bırakır diye... Bizim tanıdığımız kadar bile tanıyamayacak mı güzel anneciğini?!? Nasıl bir acı bu... 

Yazmak istediğim o kadar çok şey vardı ki... Hepsi uçup gitti. En son şu haberi , Defne'nin bizlere verdiği dersleri köşe yazarlarının kaleminden okurken yine gözyaşlarına boğuldum... Benimle birlikte ağlayan annemin Defne için düşündüklerini Reha Muhtar'ın da farkettiğini görünce içim daha bir sızladı. Gerçekten sevmiyor muydu kendini:

"Hayatı sevmediğinden, hayata küstüğünden, hayatı kaldıramadığından gitmedi yani ölüme Defne Joy Foster... Tersine dans yarışmasının ertesinde Survivor'a katılma anlaşması yapmış... Yani hayat en azından işinde istediği gibi gidiyor, para kazanıyor, yeni projelere imza atıyor... O zaman ne peki 32 yaşında gencecik bir kadını ölüme götüren gerçek?.. Defne Joy Foster hayatı seviyordu, ancak kendini yani öz benliğini sevmiyordu sanıyorum... 25 yaşının bohem Atina günlerinde antibiyotik üstüne rakı içtiğim saatlerde, ben de kendimi yeterince sevmediğimin farkında değildim...Oysa kendisini sevmeyen insanların, 'bilinçaltı vücutlarına zarar veriyordu"

Defne'ciğimizin HT Pazar'a verdiği son röportajındaki içimi acıtan iki cevabıyla bitiriyorum yazımı:

*** Size gıcık olanların sayısı arttı sanki.
Daha önce de çok gıcık olan vardı ama ifade etme ihtiyacı hissetmediler. Onlar bana sinir olduklarını zannediyor ama hayatlarına neşe katıyorum.

*** Sıra dışılık hayata bir sıfır önde mi başlattı sizi?
Büyüdükçe belki... Çocukken çok çektim ama. Çocuklar çok uğraşırdı, dalga geçerlerdi. Belki de bu sayede hazır cevap oldum. Mesela “Yağmur yağıyor seller akıyor Arap kızı camdan bakıyor”u toplanıp söylerlerdi, canım sıkılırdı. Sonra onları incelemeye başlardım “Ben bunu nereden vururum?” diye.

BEN DE SENİ ÇOK SEVİYORDUM DEFNECİĞİM... RENGİNİ, KAHKAHANI, HERŞEYİNİ... :(

not: Artık hiçbir önemi yok ama bari son gün birlikte yaptıkları dansta Defne'nin Azra'dan çok daha güzel dans ettiği görülebilseydi keşke... Uzun bacaklarıyla dansa hiç yakışmıyor!

Pazartesi, Ocak 31, 2011

Ne tuhaf değil mi?

Geçenlerde bir çift birbirlerine trip atıyorlardı... "Niye oraya gittin?" , "Niye öyle dedin?" , "Niye böyle ettin?" vsvs... İyice büyütüyorlar olayı falan... Hoş, olay falan da yok yani, şimdi anlatmayayım...

Neyse sonra teyzem telefonda anneme, "Özge nasıl? Kızın orada ayakta duracağım diye canı çıkıyor, bunlar da nelerle uğraşıyor!" demiş...

Bu söz, onları bilmem ama beni bayağı bir kendime getirdi... Gerçekten o kadar doğru ki... İnsanlar öyle boş şeyleri dert edip kendilerini ve karşısındakileri üzüyor ki bazen(ben de yapıyorum bunu)... Asıl gerçeklerden o kadar uzaklar ki... İlle anlamaları için başlarına mı gelmesi gerekiyor?!?

Bir kişinin, teyzemin bunu farkedebilmesi çok hoşuma gitti... Dedim, insanlar yaşamadan da anlayabiliyorlarmış...

Geceleri "Niye herşey benim için bu kadar zor???" diye isyan ediyorum bazen, sonra düşünüyorum:

"Ben ayakta durmak için onca çabalıyorum ama bir başkası da nefes alabilmek için mücadele ediyor!"

Herşeyin boş olduğunu görebilelim artık lütfen!

Cuma, Ocak 28, 2011

Özetleeeeee...

Ne bitmez aymış bu OCAK beeeee:)

Neler neler oldu, Damla'lar gelippppp gitti bile... Ama yok, bitmedi, bitmiyor..

Bak halaaaa 288888888!

Cumartesi, Ocak 15, 2011

Çözüm bende! Peki ya grup nerrrrrde? :p

Eskidennn, çook eskiden, sanırım ilkokuldayken bir grup daha doğrusu club gibi birşey kurmak istedim... Nereden aklıma geldiğini hatırlamıyorum ama normal birşeydi benim için, hergün bşyler icat ettiğim(icatçıkardığım) günlerdi... Adı "gencclub" oldu(gençtv'nin g'sinden:p). Üye kartları yaptım, yaptırdım anneme:)) hem de bayaa kaliteli olmuştu üzeri şeffaf kaplı falan... Club yönetmeliği, toplantı dosyaları vs :)) İyice kaptırdım kendimi... Sıra üyeleri seçmeye, onlara kartlrını vermeye, ilk toplantıya davet etmeye gelmişti... Club kartlarından elimde o kdr da çok yoktu tabiii:)) Zaten sinirle yapmıştı annem :D Neyse işte 10 tane falan olmuştu, ben de gittim tabi sınıftaki en yakın arkadaşlarıma verdim... Olay çıktıı! Küsenler, kavga edenler, hatta ağlayanlar bile olmuştu galiba:))) Tabii ilk toplantıyı bile yapamadan club dağılldııı:))

Şimdi de bir yarışma varmışşş... Yine tesadüfen düşüverdi önüme, yarışmasever biri olarak; konu da çok uygun 'cuk diye oturdu' ciddennn... Ödüller de güzelmiş ama çok az vaktimiz kalmış ve de 2-3 kişilik grup kurup öyle katılmam gerekiyormuşşş... Faceden çağrı yapsammm acaba yineee küsenler olurr muu büyüümeyen arkadaşşşşşşşlardan diye de ürkesim var:p (Yarışma daaa şuymuşşş--> http://cozumsende.com/ [katılıpp da rakip olmayınnn:P]

***seviyorum, özledim, kim vardır ki yanında, oyalanmalıyım!!!(herşyn nedeni bu)

Pazartesi, Ocak 10, 2011

Başlık bile gereksiz...

- 6 rakkamını görünce neden kendime aitmiş gibi hissediyorum? (doğum günümle ilgili değil sanki?)
- Hiç unutmamış olmak ne güzel bir duygu dimi?
- Acaba gerçekten 5 yaşından sonra hiç büyümedim mi ben? :p (nedenini bir ara açıklarım)
- İçim öyle çok sıkılıyor ki... Bir ilacı olsa keşke bunun!
- Endişeliyim SANDIĞIM şey yüzünden!
- Daraldım, bunaldım, iç çekişlerim sancılı...
- Yarın olsun hemen!
- Ölmek isterken aynı anda öleceğim diye korkmak ne abuk bir çelişki...
- Neden yazdığımı bilmediğim çok belli mi?

Cuma, Ocak 07, 2011

Yine mi?

Eveeet, yine kendime sinir olan "ben"le karşı karşıyayım çünküüü o "düzensizzz" ben geri geldi yine... Resmen beynime "kal" geliyor bazen... Görüldüğü gibi yine yazamıyorum; bloguma ne güzel düzenli yazmaya başlamıştım halbuki... Haftada 1 roman bitirirken elimdeki en son kitaba 2 haftadır hiiiiiiiç bakmıyorum bile... Sonradan sıkışmıyım diye derslere şöyle bir bakıyorum bi de güya son 1 haftadır ama ondan da fayda geleceğini sanmıyorum... ÇÜNKÜ AKLIM BAŞKA YERDE! Düzelirim inşallah diyebiliyorum şu an sadece... Bu saatte de sırf birşeyler yazayım diye girdim, kendimi resmen dürtüyorum, iteliyorum, çok sinir bir durum!

Bir de bu durağan bir o kadar da karmaşık beynime takılan ve çözüm bulamadığım bir konu var... Belki biri okur ve yol gösterbilecek deneyimleri vardır(inşallah)... Özetle:

Bir arkadaşım var...
28 yaşında. Bedensel engelli, o da SP. 3 sene önce tanıştık, keşke çok önce tanışsaydık şu an böyle bir sorunu olmayacaktı. Eğitim konusunda şanssızlık yaşamış. Hiç okula gitmemiş. Gittiği tedavi merkezinde okuma-yazma ve biraz da matematik öğrenmiş. Ama şimdi artık okumak istiyor(yaşını sorun etse de). Ben de bu isteğini biraz körükledim sanırım, neyse... İlkokul diploması için halk eğitim merkezinden sertifika alınıyormuş, diğerleri de açıköğretim olarak okunuyor zaten. Halk eğitime hergün gitmesi gerekiyormuş ve bilgisayarla yazmasını kabul etmemişler, ille de kağıt-kalem demişler(komik!)... Ben de Rehberlik Araştırma Merkezlerine gitmelerini önerdim. Bu konularda çok yardımcı ve yol göstericiler. Ben okula başlarken ve sonraki yıllarda da okula gelip hocalara sınıfımın hangi katta olması gerektiği, sınavlarda ve derslerde bilgisayar kullanacağımı vs açıklıyorlardı. Orayı aramışlar ama 22 yaşına kadar ilgilendiklerini öğrenmişler. Daha sonra Özürlüler İdairesi'ni aramışlar. Oradan da bir sonuç çıkmadı.... Tabii kızın hevesi kursağında kaldı, umutsuzluğa gömüldü resmen. Yani 28 yaşındaki bir kişi okumak isteyecek ama engelinden dolayı okuyamayacak, öyle mi? Bu bana çok saçma ve komik geliyor. Ve ne yapmalıyım bilemiyorum?! :(

Böyle işte... Bir de daha komik amaa sinir bozucu bir derdim var... 2 ay önce bir dergide Vichy Normaderm Tri-Activ'in testerı vardı, kullandığım sırada bir tane sivilcem vardı onu yok etmişti o zmn 1 kerede... Ben de 10 gün önce normal boyutunu alıyım dedimmmm... Soonuuuçç: sivilcesiz yüzümdeee bir sürüüüü sivilce çıkardııııııı:( gerçekten ağlamak istiyorummmmm:(

Cumartesi, Ocak 01, 2011

6. kişi olmaya gönüllüyümmm:P

Gece sordoğum soruyu sabah karşımda buldum: 2010'a ilk veda eden Kiribati oldu!

"Büyük Okyanus'un (Pasifik) minik adası Kiribati sakinleri, 2010 sayfasını kapatan ilk ülke oldu.
TSİ 12.00'de 2010'u terk eden Kiribati halkının yaklaşık 6 bin mensubu kiliselerde toplanarak yeni yıla girdi.
Yeni Zelanda'nın en büyük kenti Auckland, 2011'e Kiribati'nin ardından girdi. Daha sonra Avustralya yeni yılı karşıladı.
Hong Kong ise Türkiye saatiyle 6'da yeni yıla girecek.Moskova'da 2011'i Türkiye'den bir saat önce karşılayacak.
Türkiye, İsrail ve Yunanistan aynı dakikalarda yeni yılı kutlayacak.
Berlin'in ünlü Brandenburg Kapısı'ndaki kutlamalar Türkiye saatiyle 1'de, 2011'in ilk dakikalarında zirveye çıkacak.
İngiltere'de Big Ben saat kulesi, Türkiye saatiyle gece 2'de yeni yıl için çalacak.

Uzayda yeni yıl

Dünya'dan uzakta, Uluslararası Uzay İstasyonu'nun 5 kişilik mürettebatı da, eski ve yeni yıl arasındaki sınırı 16 kez geçecek.

DHA"